Anneler Mükemmel Olmayın!

Günümüzde pek çok anne ‘mükemmel’ olma isteğiyle elinden gelenin fazlasını yapmaya çalışıyor; ‘daha iyi ne yapabilirim’ in kaygısını yaşıyor. Mükemmel anne sendromu karşımıza farklı görünümlerle çıkabiliyor.

Kimi ailelerde iki yaşında üç dil öğrensin, aynı anda hem baleye hem yüzme kursuna gitsin, hem piyano hem gitar çalsın gibi bir tutumla kendini gösterirken; başka bir ailede sadece organik şeylerle beslensin ve giysin, belgesel izlesin gibi bir tutum olabiliyor.

Bir başka ailede ise illa yemek yesin, zamanında uyusun, kurallara uysun şeklinde ortaya çıkıyor. Acıbadem Üniversitesi Atakent Hastanesi Uzman Klinik Psikolog Reyhan Algül, “Hepsindeki ortak nokta; çocuğun daha iyi bir hayatı olması için yapılan fedakar tutumlar ve arayışlardır.
Ancak gerek annenin mükemmel olmaya çalışması gerekse çocuğunun mükemmel olmasını istemesi hem anne hem çocuk için bazı olumsuzluklar yaşanmasına neden olabilir” diyor. Mükemmellik sendromu annede yetersizlik duygusuna, kendini suçlamaya ve aşırı kaygıya neden olabilirken, çocukta yeme ve uyku problemlerinden inatçılık ve okuldan bıkmaya kadar birçok sorunla kendini gösterebiliyor. Uzman Klinik Psikolog Reyhan Algül “Bu olumsuzluklar ileri yaşlarda da etkisini gösterebilmektedir. Her istediğini elde edebileceğini, mükemmel ve kusursuz olduğunu sanarak büyüyen çocuk gerçek hayatta engellenmelerle, retlerle ve başarısızlıkla karşılaştığında büyük hayal kırıklığı yaşamaktadır, özgüven kaybı yaşayabilmektedir” diyor.
Uzman Klinik Psikolog Reyhan Algül, anneleri mükemmelliğe iten 6 sebebi anlattı; önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.

•Her insanda var olan narsisistik yön

Çocuk sahibi olmak dünyadaki en çok sorumluluk isteyen ve en ağır iş olmasıyla birlikte aynı zamanda insandaki narsisistik yönü de ortaya çıkarabilen bir durum. ‘Benim çocuğum’ fikri, zaman zaman çocuğu ve kendini mükemmel görmek isteme eğilimini oluşturabiliyor. Freud de bu konuda; çocukların aileleri tarafından, kendi yapamadıklarını yapacak veliahtlar olarak algılandıklarına dikkat çekmiştir.
•Bağlılık değil bağımlılık

Çocuğunu kendinden ayrıştıramayan, aslında kendi bağımlılıklarının telafisi olarak çocuğunu kullanan ebeveynler çocuklardaki bağımlılık oranını artırıyor. Tabi ki çoğu ebeveyn bunları kasıtlı olarak yapmıyor. Hatta farkında bile değiller. Fakat her çocuğun ebeveyninden bağımsız bir varlık olduğunu unutmamak gerekiyor. Annelerin çocuğunun özerkliğini teşvik etmesi ve desteklemesi yapabilecekleri en doğru davranıştır.
•Ah şu trendler

Dönemin ruhu da ebeveynlik stilini belirliyor. Toplum ve medyada çocuk için daha çok şey yapmak daha iyi ebeveynlikmiş gibi algılatılıyor. Bu sebeple aileler, özellikle de çalışan anneler çok daha fazlasını yapmaları gerektiğini düşünüyorlar.

•Aşırı Endişe

Ebeveynler çocuklarının ruh sağlığının bozulacağından dolayı aşırı endişelenmeye başladıkları için onun her dediğini yaparak, ruhsal yönden örselememeye çalışıyorlar. Oysa bir annenin çocuğuna yapabileceği en büyük kötülüklerden biri onun her istediğini yapmak!

•Geçmişin Telafisi

Ebeveynler, geçmişte kendi anne-babalarının yaptıkları hataların bilincine vardıkları ve bugünkü yaşamlarının nasıl etkilendiğini farkettikleri için bu hataları kendi çocukları üzerinde yapmamaya çabalıyorlar. “Benim yaşadığımı çocuğum yaşamasın!” diye düşünüyorlar.

•Çocuk Sayısı ve Çalışan Ebeveyn

Uzman Klinik Psikolog Reyhan Algül “Çocuk sayısının azalması, ebeveynlerin çocuklarıyla daha çok ilgilenmelerine yol açtığı gibi, uzun çalışma saatleri ve annelerin de çalışma hayatında olması bazen çocuğuna “yeterince vakit ayıramadığını” düşünmesine neden olabiliyor. Bu sebeple anneler çocuğuyla geçirdikleri zamanda “bari onu mutlu edeyim” diyerek aşırı ilgi gösterebiliyor” diyor.

Depresyondaki Kişiye Söylenmemesi Gereken 5 Şey

Depresyonun günümüzde karşılaştığımız en yaygın hastalıkların başında geldiğini belirten Psikolog Barış Gürkaş, depresyondaki kişilere söylenmemesi gereken sözler konusunda bilgiler verdi.

Psikolog Barış Gürkaş, “Dünyada 350 milyon kişinin depresyonda olduğu göz önüne alınırsa, çevremizde olan kişinin depresyonda olma ihtimali oldukça yüksektir. Bazen tam olarak ne olduğunu anlayamasakta, ruh sağlığına dair bir anormallik olduğunu görebiliyoruz. Doğal olarak ona yardımcı olmaya da çalışıyoruz.” dedi.
Psikolog Barış Gürkaş, “Değer verdiğimiz kişinin depresif ruh halinden kurtulması için kimi zaman doğru davransak da, çoğunlukla sözlerimizle onu kendimizden daha da uzaklaştırıyoruz. Bende sizler için iyilik yapmak adına söylediğiniz ama söylemeseniz çok daha etkili olacağınız bazı cümleleri derledim.” diyerek sözlerine şöyle devam etti:
1. Bunların hepsi senin kafanda bitiyor.

Millet olarak en sevdiğimiz cümle “Bunların hepsi senin kafanda bitiyor”, bununla karşımızdakinin tüm problemlerini çözdüğümüzü sanıyoruz. Evet, kafada bitiyor doğru; malum beyin kafanın içinde. Kişisel gelişim konularından türeyen bu kavramın, gerçeklikle payı olmasına karşın çözüme götürmüyor.
2. Her şeyin var neyine mutsuzsun?

Depresyonu bir rahatsızlık olarak görmeyen bizlerin en temel yanılsamasıdır. Depresyon sahip olunanlarla değişen bir durum değildir. Bu duruma göre maddi durumu çok iyi olanların depresyon sorunu yaşamaması gerekiyor. Depresyonun kelime anlamının zıttı, zenginlik değildir.
3. İnsan içine çık biraz!

İnsan içine çıkmak temelde iyi fikir olabilir. Fakat depresyondaki kişinin kendine, geleceğe ve dünyaya olan olumsuz düşünceleri insanlarla temas etmesini zorlaştırır, insan içine girdiğinde de kendisini daha iyi hissetmeyebilir.
4. Herkesin problemleri var seninkisi de dert mi?

Evet, doğru herkesin problemi var, ancak bu kişinin depresif duygu durumunu değiştirmek için yeterli değil. Başka insanların yaşadığı sorun depresyondaki kişinin ruh halini daha iyi hale getirmeyecek.
5. Yoga yap, ibadet et.

Bunlar insanı rahatlatır, iyi hissetmesini sağlar. Ama orta seviye ya da daha ileri şiddette depresyonda işlevsel olmazlar.

Hiperaktivite Tanısını Hekim Koymalı

Psikiyatri Uzm. Dr. Asil Budaklı, hiperaktif teşhisini doktorun koyması gerektiğini belirtti.

Teşhis konulmamış dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan çocukların uygun tedavi ve yönlendirme yapılmadığı takdirde eğitim ve iş hayatlarında ciddi sorunlar yaşayabildiğini söyleyen Psikiyatri Uzm. Dr. Asil Budaklı, hiperaktif teşhisini doktorun koyması gerektiğini söyledi. Çocuğunuz yerinde durmuyor, kıpır kıpır ve sürekli hareket halinde, evde kırılmadık cam, eşya bırakmadı. Üstelik şimdi de okula başlamak üzere. Siz hiperaktif olduğunu düşünüyorsunuz peki gerçekten öyle mi? Tavsiye eğer çocuğunuzun hiperaktif olduğundan şüpheleniyorsanız mutlaka alanında uzman bir psikiyatriste veya uzman psikoloğa gitmeniz. Aksi taktirde çocuğunuzun parlak olabilecek geleceğini istemeden karartabilirsiniz. Bazı erişkin hastalarımız madde bağımlılığı şikâyetiyle geliyor, incelemelerimizde sebebin dikkat eksikliği olduğu ortaya çıkıyor. Oysa okul başlamadan önce yapılacak klinik değerlendirme ve basit testlerle hiperaktif olup olmadığı belirlenebilir, çocuğunuzu böylece doğru yönlendirebilirsiniz.
HİPERAKTİVİTE SON DÖNEMİN GÖZDE RAHATSIZLIĞI

Çocuğu yerinde durmayan, sıkça yaramazlık yapan birçok ebeveyn “Benim çocuğum hiperaktif” diyebiliyor. Uzmanlara göre ise “hiperaktivite” teşhisi yalnızca hekimler tarafından konulmalı. Çünkü sözü edilen “hiperaktivite” geçiştirilebilecek bir rahatsızlık değil, nörobiyolojik temelleri olan ciddi bir bozukluktur. Yaramazlık her ne kadar hiperaktivite belirtisi olabilse de bu durum tek başına tanı koymamız için tabiki de yeterli değil. Burada hiperaktivite için ayrıcı özelliklerden biri çocuğun sakin durması gereken durumlarda da hareketlerini engelleyememesi. Bahsedilenden kasıt ebeveynin sözlü “otur oğlum, kızım” uyarılarına cevap alamaması değil; örneğin sınıfta ya da sırada yerinde duramaması, sürekli başka şeylerle ilgilenmesi, dikkatini sadece kısa sürelerde (birkaç dakikalık) toplayabilmesidir. Hiperaktif çocuk dürtüleriyle hareket eder, eylemin sonunu düşünmez. Aklına geldiği zaman konuşur, sözün ona geçmesini beklemez, başkasının sözünü keser, kendisine verilen işlerde zamanlama problemleri yaşar, ödevlerini yaparken zorluk çekebilir.
İLAÇ VE DAVRANIŞSAL TEDAVİLERLE KONTROL ALTINA ALINABİLİR

Burada asıl önemli olan “Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu” tanısının bir klinikte bilimsel koşullar altında konabilmesidir. DEHB tanısının sadece hekimler tarafından konduğunu ısrarla vurgulamak gerekiyor. Çünkü DEHB; geçici olmayan, kişinin ileriki yaşam standartlarının şekillendiği eğitim öğretim döneminde, başarı çıtasını aşağı çekebilen önemli bir bozukluktur. Klinik şartlarında bilgisayar ortamında belli bir sistem ve rastgele kart eşleştirmesi üzerinden kişinin performansını ölçen Moxo, klinisyenin hastadan aldığı cevaplarla düzenlediği Diva, Wender Utah derecelendirme ölçeği gibi kliniklerde uygulanan testlerle hem DEHB tanısının şiddetini hem de tedavinin etki derecesini rahatlıkla değerlendirebiliyoruz.
HİPERAKTİVİTESİ OLAN ÇOCUK ZEKİ MİDİR?

Zekâ; bir bilgiyi zihne alma, onu işleme, kalıcı hafızada saklama ve sınav ya da yaşam olayları karşısında tutarlı bir şekilde kullanmayla değerlendirilebilecek bir bütndür. DEHB’de hafıza sorunu olmasa bile bilgiyi alma, işleme ve gerektiği yerde kullanma zincirinden mutlaka birinin önemli oranda etkilendiğini, bir türlü istenen performansa ulaşılamadığını görüyoruz. Bu bağlamda tedavi edilmemiş DEHB’si olan kişilerin ileriki yaşamlarında “var olan bu zeka potansiyelimle şimdi çok daha iyi yerlerde olabilirdim ama olmadı’’. Çoğu zaman bu şikâyetlerin ardında da hiperaktif çocukların tedavi edilmediğinde dikkatini odaklayamamasına, bilgiyi doğru yerde kullanamamasına bağlı olarak derslerinde yaşadığı başarısızlıklar yatıyor. Doğru gözlemle çok küçük yaşlarda teşhis edilen ve tedavisi düzenlenenler başarılı bir okul grafiği çizerken, tedavisi düzenlenmemiş bireyler ise zorlu bir okul hayatına sahip oluyorlar.
TEDAVİ EDİLEMEYEN HİPERAKTİVİTE MADDE BAĞIMLILIĞI NEDENİ OLABİLİR

Toplum arasında bir yanlış algı da “Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu’’nun sadece çocuklarda görüldüğü. Çocukluk döneminde belirti gösteren bu bozukluk “yaramazlık ya da tembellik” denilip geçildiğinde yetişkinlik yıllarında da hayatı olumsuz yönde etkiliyor. Eğitim yaşamındaki başarısızlıkların ardından bu kez iş ve özel hayatta olumsuzluklar başlıyor; verilen işlerin zamanında bitirilememesi, dikkatsizlikler, ani tepkisellik, sabırsızlık vs iş ve para kayıplarına da yol açıyor. Kişi bankada sıra bekleyemiyor, trafikte bekleyemiyor, çabuk sinirleniyor vs. Uzmanlar çok daha tehlikeli ve ciddi bir noktaya daha işaret ediyor; madde bağımlılığı… Bize madde bağımlısı olarak tedavi için gelen hastaları değerlendiriyoruz. Öyle ki madde kullanımının başlangıç ve devam şekline, tedavi yanıtsızlığına baktığımızda Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite bozukluğunun etkisinin azımsanmayacak derecede çok olduğunu görüyoruz. Biz buna self medikasyon, kendi kendine tedavi diyoruz. Yani kişi dikkat eksikliğini, huzursuzluğunu giderebilmek için maddeye yöneliyor ve maddenin onu rahatlattığını, daha sakin olabildiğini düşünmesini sağlıyor ve maalesef birey kullandıkça da bağımlı hale geliyor.

Stresi Yönetebilmek

Uzman Psikolog Özge Genlik, stresin bizim için faydalı olduğu durumlardan bahsetti. Bedenimizde yarattığı etkilerin belli bir noktasına kadar yaratıcı bir potansiyel taşıdığını fakat stresle baş etme yöntemimizin bu noktada çok önemli olduğunu belirtti.

Stres bizi yaşamda var eden bir mekanizma… Uzman Psikolog Özge Genlik bu durumu şöyle açıklıyor: “Avcılık-toplayıcılık zamanlarında beyinlerimiz bizleri yaşamda tutabilmek için herhangi bir yırtıcıya karşı tetikte olurdu. Şimdi ise kas gücünün yerini bilgi gücü aldı ancak her an her şeyi varoluşumuza yönelik tehditkar bir varlık olarak algılar olduk. Bize ısrarla bir şey ifade etmeye çalışan bir müşterimiz ya da trafikte sıkışıp kalan benliğimiz ile bize saldıran yırtıcı arasında hiçbir fark bulunmamaktadır. Önemli olan olayın kendisi değil, olaya yönelik bizim algımızdır. O zaman stres olarak adlandırılan şey aslında bizlerin algısının zemininde oluşan bir tepkidir.”
STRES BEDENİMİZE NELER YAPIYOR?

Uzman Psikolog Özge Genlik, “Öncelikle gerçekte ya da zihnimizde deneyimlediğimiz olayı hayati bir tehdit olarak algılayan bedenimiz, beyinimize “savaş ya da kaç” komutunu veriyor. Sonraysa otonom sinir sisteminin bir parçası olan sempatik sinir sistemi norepinefrin ve epinefrin salgılıyor. Bunu kalp atışlarımızın aniden hızlanmasından, soluk ritmimizin sıklaşmasından algılayabiliriz. Ardından stres oluşturan durumun çözümlenmesi için ilk olarak CRH (kortikotropin salgılatıcı hormon) salgılanıyor. Bunu takiben böbreküstü bezlerimizden kortizol salınımı başlıyor. Vücuttaki tüm sistemler geçici olarak işlevlerini yavaşlatırlar (üreme, sindirim, dolaşım sistemleri) ağrıları azaltmak ve kalbin işlevini arttırmak amacıyla “endorfin” salgılanır. Buraya kadar her şey organizmanın bütünselliğini koruyabilmesi için oluşan normal değişimlerdir. Ama stres devam ettiği zaman fizyolojide uzun süreli değişiklikler meydana gelmektedir. Kronik stres; beyinde değişime yol açmaktadır. Araştırmalar sonucu; hatıralarımızın depolandığı hipokampus bölümünde küçülme meydana gelmektedir.” diye konuştu.
STRESE KARŞI VERDİĞİMİZ TEPKİLER NASIL BELİRLENİYOR?

“Stres bir tepkidir, strese nasıl tepki/cevap vereceğimiz ise geçmiş tecrübelerimize bağlıdır”
Uzman Psikolog Özge Genlik, “Bir randevumuz var ve trafik çok yoğun. Belki ki bu çok önemli randevumuza yetişemeyeceğiz. Bu duruma nasıl tepki vereceğiniz, sizin seçiminizdir. Kimimiz öfkelenir ve saldırganlaşırız, bazılarımız kaygılanır ve tükenmişlik hali deneyimler; durmaksızın kendimizi suçlayabiliriz, üzülmeyi ve bir süre dünya ile iletişimimizi kesmeyi tercih ederek içimize kapanabiliriz; belki de yaşamın sorunlarının sürekli üzerimize geldiğini düşünerek bitkinlik ve yorgunluk deneyimlemeyi tercih edebiliriz. Çoğu zaman strese yönelik vereceğimiz tepkiler bilinçli olarak tercih edilmez, erken çocukluk dönemlerimizde farkına varmadan içselleştirdiğimiz varoluşumuzu koruma mekanizmamız otomatik olarak devreye girer. Her zaman otomatik pilottan çıkarak, irademizin gücü ile eylemde bulunmayı seçebiliriz. Bunun için de stresin küçük belirtilerinin izini sürmek gereklidir. Örnek olarak, hiçbir kalp-dolaşım rahatsızlığı birden ortaya çıkmaz. Öncesinde uyku bozuklukları, gece terlemeleri, gün içerisine göğüs sıkışmaları, öfke nöbetleri, bitkinlik, yorgunluk hissiyatları ile alarm verir. Bu nedenle ufak, küçük olarak değerlendirdiğimiz belirtilerin altındaki mesajı dinlemeye çaba göstererek stresi, yaratıcı potansiyele dönüştürebiliriz.” şeklinde açıkladı. Depresyon tedavisinde büyük adım Uludağ Üniversitesi’nden geldi
Stres ile mücadelenin zor olduğunu ifade eden Uzman Psikolog Özge Genlik, şöyle konuştu:
“Stresi yönetme becerilerimiz geliştikçe bedenimizi ve zihnimizi daha çok zorlarız. Esas olan stresin farkına varmak ve strese yönelik toleransı ve dayanıklılığımızı azaltmaktır . Yaşamda kendi varoluşunuzu tehdit altında hissettiğinizde ilk yapılması gereken mesafe alınması ve yavaşlayarak “bedenim bana ne anlatmak istiyor? Sorunun yöneltilmesidir. Ardından hissettiğimiz duyguları dışsallaştırmak önemlidir.”

Travma Nedir?

Kişinin kendisinin ya da başkalarının fiziksel bütünlüğünü tehdit eden, ölüm ya da yaralanmaya sebep olabilecek olay(lar) yaşaması ya da başkalarının bu tür yaşantılarına tanık olması “travma” olarak adlandırılabilir. Doğal afetler, kazalar, savaşlar, işkence, tecavüz ve terörizm gibi olaylar travmatik yaşantılara örnek olarak gösterilebilir.
Travmatik deneyim(ler) yaşayan kişi korku, dehşet ve çaresizlik hisseder. Travmalar kişinin kendisi, başkaları ve dünyayla ilgili düşünce ve duygularını olumsuz yönde etkiler. Özellikle kişinin “kendini güvende hissetme” duygusunu ve dünyanın adil bir dünya olduğuna dair inançlarını zedeler. Travmatik olaylara maruz kalmış kişilerde fiziksel yaralanma olmasa bile, duygusal sorunlar baş gösterebilir. Bu tepkiler “anormal” bir duruma verilen “normal” tepkilerdir.
Travmadan sonra ortaya çıkabilecek tepkiler:

Travmatik bir olaydan sonra kişi;
• Şok, panik, korku, öfke, çaresizlik, umutsuzluk, suçluluk, üzüntü gibi duygular hissedebilir ya da hiç birşey hissetmeden donup kalabilir.
• Travmatik olayla ilgili anıları istemeden anımsayabilir, olayla ilgili rüya ve kabuslar görebilir.
• Kafa karışıklığı, unutkanlık, dikkat dağınıklığı, kararsızlık yaşayabilir.
• Yaşadığı acı verici deneyimi hatırlatan yerlerden, bireylerden ve konuşmalardan uzak durmaya çalışabilir.
• Uyku problemleri, huzursuzluk ve öfke patlamaları, dikkatini toplamakta güçlük, unutkanlık tedirginlik yaşayabilir ve aşırı irkilme tepkileri sergileyebilir.
• Nefes alıp vermekte güçlük, kalp atışlarında düzensizlik, bulantı, iştah artması ya da azalması, aşırı terleme gibi fiziksel problemlerle karşılaşabilir.
Travmatik olay(lar) yaşayan birçok insan yukarıda belirtilen tepkileri gösterebilirler. Fakat aynı olaya herkesin aynı tepkiyi vermeyeceğini ve yaşanan sorunların şiddetinin ve süresinin kişiden kişiye farklılık gösterebileceğini unutmamak gerekir.
Tüm bu rahatsızlıkların ağır bir travmadan sonra ortaya çıkması normal bir durumdur. Ama bu belirtilerin, belirli bir süre sonra azalarak kaybolması beklenir. Eğer bu belirtiler bir aydan uzun sürerse “Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB)” adı verilir.
Eğer siz de geçirdiğiniz travmatik deneyimden bir ay sonra hala yukarıda belirtilen tepkileri yaşıyorsanız ve iş, sosyal ve özel yaşamınızı olumsuz yönde etkilediğini düşünüyorsanız bir uzmana baş vurmaktan çekinmeyin.